25 Nisan 2009 Cumartesi

İSLÂM ve DİĞERLERİ - V. BÖLÜM - Mekkelilerin Dini - Devamı

Yazı dizimizin bu bölümünde, o dönemdeki Müşrik Arapların, Ahirete, Peygamberlere, Kitaplara, Meleklere iman esaslarını ve ibadet ritüellerini ( nüsuklarını ) incelemeye devam ediyoruz.

AHİRET İNANCI :

Müşrik Arapların büyük bir çoğunluğu, kuşkulu da olsa, bedensel dirilme hakkında tereddütte olsalar da, öldükten sonra Allah’ın kendilerinin günahlarını affedip cennete sokacağına iman ediyorlardı. Nitekim, Hz. Peygamber onlara tebliğe başladığında ve üzerinde oldukları yolun yanlış olduğunu söylediğinde ilk soruları “Peki ya atalarımızın babalarımızın ahretteki durumu nedir?” olmuştur. Hz. Peygamberin “onlar ateştedir” cevabı üzerine çok sinirlenmişler ve saldırganlıklarını arttırmışlardır.

Mekkeli müşriklerin çoğunluğu, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in dini üzere olduklarına, Allah’ın Kâbe’nin koruyuculuğunu kendilerine verdiği seçkin kulları olduğuna inandıkları için dünyadaki hayatlarında işledikleri günahların affedilip, - “EĞER VARSA”- bir şekilde cennete gireceklerine inanıyorlardı.

Bir kısmı ise bundan ciddi tereddüt içindeydiler, zamanın ateist, deist ve tenasüh (reenkarnasyon) inancına sahip olan bir kısmı da bunu kısmen ya da tamamen inkâr ediyorlardı.
Dini, bir “kültürel olgu”, bir “manevi destek”, bir “dünyevi üstünlük” “bir ticari ortam” olarak gören, hayatın sadece bir imtihan olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenler ve ciddiye almayanların tümünde olduğu gibi onlarında silik, belirsiz, piyangocu bir ahiret inancı ya da inançsızlığı olduğu, gidip geldikleri, işlerine geldiği gibi yorumladıkları çok net görülmektedir.
Hicaz Araplarının bu değişik ve çelişkili ahiret inançlarını ya da ahireti inkar eden gruplarını teşhir eden bir çok Kuran ayeti bulunmaktadır.

“Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri gerçeğin berisinde kalmaktadır; zaten (çoğu zaman) onun gerçekliğinden yana şüphe içindedirler; hayır, ondan yana kördürler.” NEML-66

“ve "Son Saat'in (bir gün) gelip çatacağını da düşünemiyorum" (diye ekledi,) "hem, (o saat gelse ve) ben Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, sonuç olarak, her halde bundan daha iyisini karşımda bulacağım!" KEHF-36

“Biz ilkin yoktan yaratmada bir âcizlik, becerisizlik mi gösterdik ki bu tekrar yaratmada acze düşelim? Hayır! Öyle değil, onlar da böyle olmadığını bilirler. Ama yine de onlar bu yeniden yaratılıştan (dirilmeden) şüphe içindedirler.” KAF-15


“İnkâr edenler dedi ki: "biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip çıkartılacakmışız?"
"Andolsun, bu (azab ve dirilme tehdidi), bize ve daha önce atalarımıza va'dolunmuştur. Bu, olsa olsa geçmişlerin uydurma masallarından başkası değildir." NEML-67,68



PEYGAMBER, VAHİY ve KİTAP İNANÇLARI

Müşrik Arapların büyük çoğunluğu, Allah’ın peygamberler seçerek onlara vahiy indirdiğine ve kitaplar verdiğine iman ediyorlar hatta kendilerini Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Peygamberlerin torunları olarak ilan ediyorlardı.

Müşrik Arapların din tasavvuru, ALLAH-İBRAHİM-KABE temelinde oluşmuş bir tasavvur olduğu için tüm peygamberleri ve kitapları Allah’ın gönderdiğine inanırlardı.
Hristiyan ve Yahudilere “Ehl-i Kitap” ( Kitap sahipleri ) diye seslenmeleri bundandır. Kendilerinin ellerinde bir vahiy kitabı bulunmamasından dolayı da diğerleri bunlara “ümmiler” (Kitapsızlar) diye isim takmışdır.

Hz. Muhammed’in tebliğe başladığı ilk günlerde Mekkenin Dini otoritesinin ve onların baş alimi olan Ebu Amir’in ve ikinci büyük şehrin baş alimi Ebu Mesud’un itirazı Vahye ya da Peygamberlik müessesine değil, bizzat Hz. Peygamberin şahsının bu ilahi lutfa layık görülmesine ve okuduğu ayetlerin içeriğine olmuştur.

“Ve dediler ki: «Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?»” ZUHRUF - 30-31

MELEK İNANÇLARI

Müşrik Araplar da çok kuvvetli hatta abartılmış yarı-ilahlaştırılmış melek inançları da tabii ki bulunmaktaydı. Hemen hemen tüm inançlarındaki saptırılmışlık gibi bu melek inancında da aşırıya gitmişlerdir.

Melekleri, “Allah’ın kızları” diye nitelemişler, kendilerini Allah katında ve dininde yüceltecek, onları Allah’a yaklaştıracak diye yarı-tanrılaştırdıkları ve putlarla sembolleştirdikleri din adamlarını ve milli kahramanlarını da “bunlar olsa olsa insan kılığında meleklerdi” diyerek dişil isimlerle isimlendirmişlerdir ( Lat, Menat, Uzza v.d. gibi ).

Cinleri de, Allah’ın nesebinden yarattığı, insanları ele geçiren varlıklar olarak tasavvur etmişlerdir. Hz. Peygambere taktıkları ilk sıfatlardan biri de “Mecnun” (cinlenmiş) olmuştur. Kahinler dedikleri din adamlarının, melekler ve cinlerle irtibata geçip, onları kontrol edebildiklerine ve onlar vasıtası ile Allah’tan ilhamlar aldıklarına ve onların kendilerine gaybtan ( gelecekten ) haberler verdiklerine inanmışlardır.

“Allah’ın kızları olduğunu iddia ediyorlar. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Hoşlandıkları erkek çocuklarını ise kendilerine yakıştırırlar.” NAHL-57

“Yoksa biz, melekleri, bunların tanıklık ettikleri bir sırada, dişiler olarak mı yarattık?” SAFFAT 150

“Yoksa sizin, (meleklerin, Allâh'ın kızları oldukları hakkında) açık bir deliliniz mi var?” SAFFAT 156

“Allah ile cinler arasında da bir soy birliği uydurdular. Andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler.
Onların nitelendirdiklerinden Allah yücedir.” SAFFAT 158-159



İBADET RİTÜELLERİ ( NUSUKLAR )

Müşrik Araplar, iman esaslarındaki sapmalarında olduğu gibi Hz. İbrahim’in dininden gelen ibadet ritüellerini de aslından ve manasından koparmış olarak devam ettirmişlerdir. Birçoğunu eksiltmişler, arttırmışlar, olmayan farzlar, haramlar ilave etmişler, gerçekten farz olan ve haram olan bazılarını iptal etmişlerdir. Sadece Allah için yapılması gereken nusuklarını, yarı-tanrılaştırdıkları sahte rablerinin bu nusuklar hakkındaki hükümlerini de içlerine katarak yapmaya devam etmişlerdir.

Hac, Tavaf, Kurban, Haram aylar, Namaz, Oruç, Sadaka, İnfak, Dua, Gusl gibi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in tebliğ ettiği birçok nusuku bu şekilde tahrif ederek yapmaya devam edip gelmişlerdir. Çoğunluğu bunlar konusunda çok katı ve ısrarcı bir şekilde istekli olmuşlardır.
Konu ile ilgili olarak aşağıda bir kısmını verdiğimiz Kuran bölümleri ve ayetleri gerekli tafsilatlı açıklamayı yapmaktadır:

Hacc, Tavaf, Kurban, Haram Aylar : Bakara 194-203, Hac Suresi
Oruç : Bakara 183-189
Namaz : Maun 4-5, Enfal 35
Sadaka İnfak : Enam 136, Nisa 38

Bunun yanında Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in tebliğ ettiği İslam dininin temelleri olan İman esaslarını tahrif ettikleri gibi, Allah’ın haram kıldığı birçok büyük günahı haram olmaktan çıkarmış ve meşrulaştırmışlardır. Yine benzeri bir şekilde Allah’ın dininde haram kılmadığı bazı yiyecekleri ve davranışları da din adamlarının içtihatları ile haram kılmışlardır. ( Maide suresi 101-102-103 ve Enam suresi 138-145 arası ayetlerde bu konu detaylı olarak anlatılmaktadır ).

Masum kanı dökmek, çocuklarını açlık korkusu ile öldürmek ( kürtaj ), kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek, zina, faiz, aldatma, kibirlenmek, yalan yere yemin etmek gibi, aslında İslam’ın insanı bunlardan kurtarmak için gönderildiği bu günah ve kötülüklere dalıp gitmişlerdir.
Hem bu zalimlikleri ve günahları meşrulaştırıp işlemekte hem de Hac edip, namaz kılıp kendilerinin Kabe’nin koruyucuları, Hz. İbrahim’in torunları ve Allah’ın seçkin kavmi olduklarını söyleyerek temize çıkacaklarına inanmaktaydılar. ( Biz bu adamları çok yakın bir yerden tanımıyor muyuz? Çok benzemiyor mu birilerine? ).

Bu nusukların onlar tarafından tahrif edilerek yapılageldiği, Kuran’ın pek çok bölümünde anlatılmaktadır. Allah, Hz. Peygambere indirdiği son vahyinde bu nusukların şirk ve tahrifat içeren kısımlarını temizleyerek, unutulan bölümlerini de hatırlatarak aynı Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in tebliğ ettiği orijinal halleri ile devam ettirilmesini emretmiştir.

Birçoklarımızın küçüklüğünden beri dinlediğinin okuduğunun aksine Hz. Peygamber bunları İLK DEFA tesis etmemiştir. Bu yanlış paradigmanın bir sonucu olarak günümüzde bile birçok kişi bu nusukların detayları neden Kuran’da yok diye oldukça trajikomik bir soruyu sorabilmektedir. Oysa aradıkları, o nusukların Allah tarafından farz kılınmış detayları değil, zaman içerisinde tıpkı Mekkelilerin atalarının yaptığı gibi, Allah’ın farz kılmadığı ama sonradan gelenlerin icat ettiği kendi hükümlerinden başkaları değildir. Bu tip yaklaşımda olanlara cevap Maide suresinin 101.ve 102. Ayetlerinde çok açık şekilde verilmektedir.

BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ

Yazı dizimizin son iki bölümünde detaylı olarak cevabını aradığımız iddia şuydu : “Mekkeli müşrikler Allah’ı bilmiyorlardı, Vahiy ve Peygamberlik kavramlarını da bilmiyorlardı. Onlara, Allah inancını ve din kavramlarını Hz. Muhammed öğretti.” “Hac, Namaz, Oruç, Sadaka, Kurban, Gusül v.b. ilk defa Hz. Muhammed tarafından getirilmiştir.”

İki yazıdaki incelemelerimizden sonra gördük ki toplumun çoğunluğunun bilinç altına yerleştirilmiş bu geleneksel anlayış kökünden yanlıştır. Mekkeli Arapların kendilerini, Allah’ın seçkin kavmi, Kabe’nin koruyucuları, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in “dindaşları” olarak gördükleri ve onlar tarafından tebliğ edilmiş dine kendilerini nispet ettikleri çok açık.

Peki, Mekkeli Müşrikler hakkında neden böyle bir yanılsama anlatılmış yüzlerce yıldır ve hala anlatılmaya devam ediliyor. Bu sorunun cevabı olarak şunu söyleyebiliriz. Suçta ortak olanlar suçu el birliği ile örtbas ederler. İslam dinini aralarındaki “hırs ve azgınlık” yüzünden parçalayanlar ve bu uğurda birbirlerinin kanını dökmekten çekinmeyenlerin, kendilerini masum göstermek adına, iktidarlarını, fırkalarını, mezheplerini meşrulaştırmak adına bu işi yapmış olmaları insanlığın hiç de yabancısı olmadığı bir konudur. onların takipçilerinin ise "bu ulu atalarının dediklerine itiraz edecek cesareti bulamamaları ya da aynı rantın onları da sarıp sarmalaması. Bu anlatılan "din", zalim iktidarlar için her zaman ideal bir araçtır.

Yahudiyiz, Hristiyanız diyenlerin peygamberlerinin arkasından yaptıkları bire bir aynen uygulanmıştır. Bu gün bile, gerek adına “İslam ülkesi” denilen ülkelerin yöneticilerinin, gerekse halklarının büyük çoğunluğunun kendilerini Allah’ın dini İslam’a ve Hz. Peygambere nispet etmelerine rağmen, tahrif edilmiş, katıp karıştırılmış nusuk ve haramlarını yerine getirmelerine rağmen, Allah’ın açıkça haram kıldığı bir çok şirk ve günahları meşru görerek bunlarla hayatlarını yaşmaları da aynı şeydir.

Bunun yanında sayıları çok az da olsa, tıpkı o dönemlerdeki Yahudiler, Hristiyanlar ya da Allah’ın gerçek dini İslam’ı, yalnız Allah’a has kılarak, Allah ile beraber hiçbir ilah/rab edinmeyerek ve kendi hayatlarına Allah’ın indirdikleri ile hükmederek yaşamaya devam edenler de tabii ki vardır.

İnsanın yeryüzündeki serüveninde sadece isimler ve dekor değişmekte diğer her şey binlerce yıldan beri aynı şekilde süregelmektedir. Habil ve Kabil’in imtihanı ve serüveni kesintisiz devam etmektedir ve her insan istediği tarafı seçmekte serbesttir.

22 Nisan 2009 Çarşamba

İSLAM ve DİĞERLERİ - GİRİŞ

Bütün sistemlerin, dinlerin, derneklerin, kurumların bir kurallar bütünü olduğu gerçektir. Bunlara mensubiyetini, aidiyetini ilân edenlerden bunları bilmesi ve uyması beklenir. Aksine hareket edenler reddedilir ya da samimiyetsizlikle suçlanır. İslâm’da tıpkı böyledir. Kendi iç tutarlılığında bir değerler ve kurallar bütünüdür ve kendine aidiyetini ilân edenlerden bunu bekler.

İçinde yaşadığımız çağda ne yazık ki kendilerini İslâm’a mensup ilan edenlerin büyük bir çoğunluğu İslâm’ın Kurallar ve Değerlerini az ya da çok ya reddetmekte ya da yerine getirmemektedir. Bunun nedenleri çeşitli olabilir fakat vâkıa budur. Aslında bunlardan samimi dindar olmak isteyenlerin – ya da kendini öyle tanımlayanların - temel hatası İslam zannettikleri, ama İslam olmayan fakat İslâm’a da çok benzeyen bir takım dinlere inanmalarıdır.

Bu yazı dizisinde İslâm dininin temel değerler ve kurallar sistemini detaylıca inceleyeceğiz. Hemen belirtelim ki İslâm derken kastımız, birçok insanın zannettiği gibi sadece Hz. Muhammed’e indirildiği sanılan din değil, O’na indirilen vahyin de içinde olduğu ve TÜM PEYGAMBERLERE İNDİRİLEN VAHİYLERİN KENDİSİNE AİT OLDUĞU, ALLAH’IN DİNİ ( Anlamlar, Değerler ve Kurallar Sistemi ) İSLÂM’dır.

Birçok “İlahiyâtçı” “Din Adamı” “Şeyh” ve “Hoca efendi”lerin ( ki İslâm’da bu sınıflar da yoktur ) ve benzerlerinin sıkça kullandığı “Semâvi DinLER” kavramı İslâm’ın temeli olan Tevhid inancına da İslâm’ın tanımına da taban tabana zıt bir kavramdır. İslâm’da böyle bir tanım yoktur.

Bunlar, insanların Allah’ın indirdiği İslâm dinini bozup parçalayarak uydurdukları bir takım dinlere taktıkları isimlerdir, Yahudilik gibi, Hristiyanlık gibi Müslümanlık gibi. ( Burada ve bundan sonra yazı dizimizde kullanacağımız “Müslümanlık” kavramı Allah’ın dini İslâm’ı değil, bu dine mensup olduğunu iddia eden fakat aslında bu din ile çok farklı inanç ve uygulamalara sahip insanların din(ler)i kastedilmektedir. İslam’ın tek bir tanımı ve kurallar bütünü vardır, oysa Müslümanlık dedikleri din(ler) kendi içlerinde bile onlarca farklı ve çelişkili dinlere (Mezhepler, Sünniler, Şiiler, Tarikatlar, v.b.) bölünmüş durumdadır. Tıpkı kendilerine Yahudi ve Hristiyan diyenlerde olduğu gibi.

Eğer “Semavi DinLER” derken kastettikleri Allah’ın peygamberleri aracılığı ile insanlığa gönderdiği DİN ise, kullandıkları bu çoğul “DİNLER” kelimesi işin yanlışlığını ve yanlış mantığını gözler önüne sermektedir. Bakın kendisinin din isimlendirmesini ve tanımını nasıl yapıyor Rabbimiz, adeta bu zırva isimlendirme ve tanımları yerle bir ederek:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki 'kıskançlık ve hakka başkaldırma' yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.” ÂL-İ İMRAN – 19



“Öyleyse sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.

Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır ki, her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır.” RÛM – 30,32



“…Bugün size dininizi ikmâl ettim, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim...” MÂİDE – 3



Peki onlar, Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülmektedirler.

De ki: 'Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve tüm peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiç biri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O'na teslim olmuşlarız.'

Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır. ÂL-İ İMRAN – 83,84,85


Bunlar ve benzeri bir çok ayette Rabbimiz kendi katından insanlar için seçtiği ve isimlendirdiği tek dinin İSLÂM olduğunu çok açık bir şekilde belirtmektedir.

Bu dünyada insan var olduğundan kıyamet gününe kadar sadece İKİ DİN vardır ve var olacaktır: 1- İSLÂM 2- DİĞERLERİ

Bu girişten sonra yazı dizimizde Allah’ın insanlığa gönderdiği tek din olan İslâm’ı tanımaya ve ondan türetilmiş diğer insani dinler ile farklarını karşılaştırmalı olarak hangi konu başlıkları altında görmeye çalışacağımızı belirtelim.


I. BÖLÜM İSLÂM VE DİNLER TARİHİ

II. BÖLÜM LA İLAHE İLLALLAH

III. BÖLÜM PEYGAMBERLER

IV. BÖLÜM KİTAPLAR

V. BÖLÜM KAVRAMLAR

VI. BÖLÜM YAHUDİLİK DİNİ

VII. BÖLÜM HRİSTİYANLIK DİNİ

VII. BÖLÜM MÜSLÜMANLIK DİNİ

VIII. BÖLÜM İSLÂM NASIL/KİMDEN ÖĞRENİLİR, NASIL YAŞANIR

IX. BÖLÜM “KUTSAL DAVA”

X. BÖLÜM GENEL DEĞERLENDİRME

İSLÂM ve DİĞERLERİ – I. BÖLÜM

Yazı dizimize başlıyoruz. Bu ilk bölümde dinlerin tarihini inceleyeceğiz. DİN kavramının insanlığın belleğindeki yerinin ve hayatındaki yansımasının izlerinin peşine düşeceğiz.

Bu bölümde kullanacağımız araçlar; Dinler Tarihi, Paleontoloji ( fosil bilimi ), Arkeoloji ( kazı bilimi ), Epigrafi ( yazıt bilimi ), Din Antropolojisi gibi bilim dallarından elimize ulaşan veriler, aklımız, fıtratımız, vicdanımız, akleden kalplerimiz ve gözler önünde yaşanan hayattır.
Metodumuz ise, bu araçların verilerini, Allah’ın referans olarak verdiği Vahiy yani Hikmet ile değerlendirip gerçeğe ulaşmaktır.

İnsanların yeryüzünde uzun binyıllardır yaşadığı verisi elimizdedir. Bu insanların kurmuş oldukları medeniyetlerden özellikle son 7.000 yıllık süreç içerisindekiler hakkında oldukça detaylı ve doyurucu bilgilere sahibiz. Bu bilgi ve veriler yukarıda saydığımız bilim disiplinlerinin üzerinde çalıştığı ve dünya müzelerinde insanlığa teşhir edilmekte olan yazıtlar, harabeler, kitabeler, kalıntılar, resimler v.b. somut malzemelerden elde edilmiştir.

Şimdi burada bir an duralım. Tüm okuyuculardan, kendilerine çocukluklarından beri evde anlatılmış ya da resmi derslerle ( okul, cami, kuran kursu, v.b. ) okutulmuş olan dinler tarihi hakkında düşünmelerini rica ediyorum. Özellikle Peygamberlerin gönderildiği toplumların dinleri, din inançları hakkında düşünelim.

Konu üzerinde detaylı araştırma yapmayanlarımızın zihinlerinde beliren düşünce, Peygamberlerin gönderildiği toplumların adeta birer UZAYLI TOPLUMLAR olduğu yönündedir. Uzaylı derken kastımız, sanki birden bire dünyaya ışınlanmış, ne dünya, ne Allah, ne ibadet, ne nusûk bilen, ne tarihi bilgiye sahip, bir süre içinde kendi kendilerine ilham edinerek sadece bir takım taştan, tahtadan heykeller, putlar yapmış ve din diye onların önünde eğilip kalkan, ilah-tanrı diye onlara dua eden insanlar.

Aslında bu tez, ateistlerin, insanların kişisel korkularından sığınmak ve umut etmek amacı ile tapınılacak olağanüstü varlıklar edinmesi, iktidar sahiplerinin de bu insanları yönetebilmek için kullanmak amacı ile bunları kurumsallaştırması yani tanrı edinmenin içgüdüsel bir eylem olduğu ve sonradan siyasallaştırıldığı tezini anımsatıyor. Eğer yazı dizimizi dikkatle takip edecek olurlarsa kendilerinin bile büyük çelişkilerini itiraf etmek zorunda kaldıkları bu tezin de yanlış olduğunu aslında iki tarafında ( klasik dinciler ve ateistler ) tezlerini ya da inançlarını yanlış bir referans üzerine kurdukları çok açık bir şekilde görülecektir.

Özellikle, Hz. Muhammed’in ( selam ona ) gönderildiği 7. Yüzyıldaki Mekke toplumu. Bize anlatılan ve “din adamcıklarının” hala kitaplarında konuşmalarında anlatmaya devam ettikleri o insanlar sanki ne Allah’ı tanıyorlar, ne önceki peygamberleri duymuşlar. Ne Tevrat’tan haberleri var ne İncil’den, ne Yahudilikten ne Hristiyanlıktan ne Mecusilikten ne Hinduizmden. Bu Mekkeli adamlar, Hz. İbrahim’i ( selam ona ) falan bilmiyorlar, Kâbe’nin anlamından haberleri yok da sanki sadece elleri ile yaptıkları put ve heykelleri doldurup onlara ibadet ettikleri bir yer orası. Haccı ( tavafı ile Safa ve Merve’si ile, Arafat’ı Mina’sı ile kurbanı ile), namazı, orucu, sünnet olmayı, kurbanı, sadakayı, guslü, ahireti, cenneti, cehennemi bilmiyorlar, ve Hz. Muhammed çıkıp onlara “bunlar var” diyor da onlar da bunları inkar ediyorlar ve “Sadece putlarımız var bizim dinimiz budur” diyorlar. ( çoğunuzun şaşırdığını biliyorum, evet hepsini ve daha fazlasını biliyor ve yapıyorlardı, eksik, tahrif edilmiş, katıştırılmış bir halde idi ama biliyor ve yapıyorlardı, tıpkı şimdiki birçokları gibi, ileride Kuran’dan delillerini vereceğiz ).

İşte bu bir Anakronizm’dir ( tarih, zaman, nesne, vakıa uyumsuzluğu ) hem de dehşet boyutta. Bu tarih saptırmacılığı ya da illüzyonu o kadar önemlidir ki, hem Müslümanım diyen insanların hem de ateistim diyen insanların büyük çoğunluğunun tüm inanç ya da inançsızlıklarını belirleyen kavramları, değerlendirmeleri, yorumları altüst etmektedir. Öyle ki dinler tarihi konusundaki bu parçalanmış ve saptırılmış referans yüzünden insanlar, inançlarında ya da inançsızlıklarında tam doğru zannettikleri tezler ile hayatlarını yaşamaktadırlar.

* * *

Şimdi bu anakronizmi doğrultma çabamıza girebiliriz. Bu karmakarışık bilgi kirliliğini ayıklamak ve resmin parçalarını yerli yerine oturmakla işe başlamalıyız. İlk yapmamız gereken, en okumuşundan en eğitimsizine kadar büyük çoğunluğun kafasındaki YANLIŞ ÖN KABULLERİ ve bunların Kurân’a ve bilim disiplinlerinin verilerine göre DOĞRULARINI ortaya koymak olacaktır. Dikkatlice ve kendi algımızı da yorumlayarak okuyalım :

1- “Peygamberler neden sadece Mezopotamya Bölgesine ve Samî topluluklara geldi?” “Diğer Putperest toplumlara neden Peygamber gelmedi?”


İnsanlar ellerindeki vahiy kitaplarını okumadıkları, incelemedikleri zaman, akıllarını kullanıp bunları tefekkür etmedikleri zaman işte böyle bir sanrı ile bu garip ve temelsiz soruyu sorabilmekte ve hatta doğru olduğuna inanabilmektedir. Oysa Kurân’da sadece bu bölge insanlarına değil yeryüzünün bir çok yerine tüm büyük topluluklarına (ümmet) peygamberler gönderildiği açıkça anlatılır.

Kuran’da 28 tane peygamberin adından ve hayatından söz edilir. Hz. İbrahim’in, Mezopotamya bölgesine yani Samî toplulukların yaşadığı bölgeye ( Bugünkü adı ile Ortadoğu yani güney doğu Anadolu’dan Arabistan yarımadasına, Basra körfezinden Filistin ve Mısır’a kadar olan coğrafya ) gönderilmiş ve uzun bir aradan sonra o bölgede İslam dinini tekrar tebliğ eden ilk peygamber olduğu anlatılır. İki oğlu, İshâk ve İsmail peygamberlerin soyundan sürekli peygamberler geldiği anlatılır. İshâk’ın oğlu Yakub ( İsrail ) oğullarının İslam vahyinin taşıyıcı ve tebliğcileri olarak seçildikleri ve içlerinden sürekli peygamberler gönderildiği anlatılır. Mekke’ye yerleşmiş olan İsmail peygamberin soyundan da son peygamber Hz. Muhammed’in gönderildiği belirtilir.

Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed arasında geçen süre yaklaşık olarak 2700 yıldır. Yani M.S. 7 YY ile M.Ö. 2.100 arası. Hz. İbrahim’in Kurân’da anlatılan kıssasında geçen toplumunun, Güneş-Ay-Yıldız tanrı sisteminin AKAD UYGARLIĞININ ( M.Ö 4000-2100 Güneydoğu Anadolu – Kuzay Irak Arası Bölgede ) tanrı sistemi olduğu çok net bilinmektedir. En büyük Tanrıları Şameş (Güneş), ve alt iki tanrıları Sin (Ay) ve İstar (Yıldız) dır. Bu arkeolojik bilgiler, Kuran ayetleri ve Tevrat metinlerinden Hz. İbrahim’in o devirde ve o bölgede yaşadığı çok net olarak bilinmektedir.

Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed arasındaki soy-zincirin dışındaki peygamberlerden de bazı örnekler anlatılmıştır. Hz. Hûd, Hz. Salih peygamberler gibi.

Hz. Nuh, Hz. İdris, Hz. Lokman ve Hz. Zulkarneyn peygamberlerin Hz. İbrahim’den önceki çağlarda yaşadığı anlatılmakta fakat dünyanın hangi bölgesine gönderildiklerinden bahsedilmemektedir.

Aşağıya alıntıladığımız Kurân ayetleri de bu gerçeği apaçık bir şekilde gözler önüne sermekte, Allah’ın Adem’den beri yeryüzünde yaşayan tüm kavimlere peygamberler gönderdiğini beyan etmektedir.

“Yemin olsun, biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onların bir kısmının hikayesini sana anlattık, bir kısmınınkinden bahsetmedik. Hiçbir resulün, Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir mucize getirmesi söz konusu olamaz. Allah'ın emri geldiğinde, hakla hükmedilir ve gerçeği hükümsüz kılmaya çalışanlar orada hüsrana uğrarlar.” MÜ’MİN-78

“Yemin olsun, biz her topluluğa: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” NAHL-36

“İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah')ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. MERYEM-58


“Sonra onların ardından başka nesiller getirdik.
Hiç bir toplum süresini ne öne alabilir ne de geri bırakabilir.
Sonra birbiri peşi sıra peygamberlerimizi gönderdik; her topluma kendi peygamberi geldiğinde, onu yalanladılar. Böylece biz de onları (yıkıma uğratıp yok etmede) kimini kiminin izinde yürüttük ve onları (tarihin anlatıp aktardığı) bir olay kıldık. İman etmeyen kavim için yıkım olsun.” MÜ’MİNUN 42-43-44


Bunlar ve benzerleri gibi onlarca ayette anlatıldığı ve devam eden bölümlerde vereceğimiz eski uygarlıklardan kalan belgelerden de anlaşıldığı üzere Peygamberler, Adem’den beri tüm kavimlere ve topluluklara gönderilmiştir ve getirdikleri tek din İslam olmuştur. Peygamberlerden sonra o toplumlardan yetişen nesillerin İslam inancını bozarak ona benzer dinler ürettikleri ve asla “TÜM EVRENİ YARATAN EN BÜYÜK TANRI” inancını terk etmedikleri bu “EN BÜYÜK TANRI” nın alt kademelerine, önemli kişlerden, din adamlarından, krallardan, tabiat hadiselerinden sahte tanrılar ihdas ettikleri açıkça belli olan bir vakıadır. Zaten ileride detaylıca göreceğimiz gibi tüm putperest olarak anılan bu toplumların Tanrı inanışlarında ve dinlerinde bu açıkça görülmektedir.

Dosdoğru bir DİNLER TARİHİ anlayışı ve analizi yapılmadan konunun anlaşılması ve netleştirilmesi imkansızdır. Bilgi, delil, hüccet insanı karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Allah bizi bunlardan mahrum etmemiştir. Aklımızı, vicdanımızı, akleden yüreklerimizi Vahyi ve yeryüzündeki ayetlerini kullanarak HAK olan gerçeğe ulaşmamızı istemiş ve kolaylaştırmıştır. Atalardan duyulanların sorgulamadan, araştırmadan kabul edilmesini eleştirmiş ve her bireyin şahsi imtihanını verdiği ve bu uğurda kendi çabasını ortaya koyması gerektiğini açıkça belirtmiştir.

Bu çok önemli konuya aşağıdaki maddeleri açıklayarak devam edeceğiz. Bir sonraki yazımızda inceleyeceğimiz YANLIŞ ÖNYARGI başlıkları aşağıdakiler olacaktır ve tüm bu delil ve analizlerden sonra, algımız ve tasavvurumuz “DİNLER TARİHİ” hakkında gerçek ve sağlam bir temele oturacaktır.



2- “Eski çağlarda insanlar neden sadece Güneş, Ay, Yıldız, Şimşek v.b. şeylere tapıyordu neden Allah’ı bilmiyorlardı?”

3- “Din, insanların korkuları zayıflıkları için uydurdukları içgüdüsel bir fenomendir. Peygamberler toplumlarının en bilgili, filozof ve devrimci insanlarıdır.”

4- “Semavi dinler ve peygamberleri eski çağdan gelen inançlardan yeni dinler oluşturmuş ve bunların kitaplarını yazmışlardır.”

5- “Hac, Namaz, Oruç, Sadaka, Kurban, Sünnet, Gusül v.b. Hz. Muhammed tarafından getirilmiştir.”

6- “Mekkeli müşrikler ve diğer Peygamberlerin kavimleri Allah’ı bilmiyorlardı, Vahiy ve Peygamberlik kavramlarını da bilmiyorlardı. Onlara Peygamberler Allah inancını ve din kavramlarını öğretti.”

7- “Her kavme gönderilen dinin farklı bir ismi ve uygulaması vardır.”

8- “Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık “SEMAVİ DİNLER” diğerleri insanların uydurduğu dinlerdir.”

9- “Putperestlerin putları kendi toplumlarının geçmişi ile ilgisi de olmayan birdenbire kendi icat ettikleri şekiller, sembollerdir ve isimlerdir.”

10- “Putperest dinlerinde Kitap yoktur, yazılı kurallar yoktur tüm günahlar meşrudur.”

11-“Eski çağlarda toplumlar birbirinden bihaber yaşamaktaydılar, herkes kendi bölgesinden haberdardı, birbirinin dilini, dinini bilmezlerdi.”

12- “İnsanlık gerek düşünce bazında gerekse medeniyet bazında sürekli gelişen ve doğrusal bir çizgi izlemektedir.”

İSLÂM ve DİĞERLERİ - II. BÖLÜM

Yazı dizimizin DİNLER TARİHİ Bölününe kaldığımız yerden devam ediyoruz.

2- “Eski çağlarda insanlar neden sadece Güneş, Ay, Yıldız, Şimşek v.b. şeylere tapıyordu neden Allah’ı bilmiyorlardı?”

Bu soru da diğerleri gibi oldukça temelsiz ve yanlıştır. Dinler Tarihi araştırmacılarının da çok iyi bildiği ve teyid ettiği gibi eski çağ topluluklarının dinleri çoğunlukla Pagan ( Çok Tanrılı ) dinler olmasına karşın hepsindeki ortak özellik EN ÜSTTE HERŞEYİ YARATAN ve YÖNETEN TEK TANRI olgusunun bulunduğudur. Diğer alt-tanrılar çoğunlukla bu EN YÜCE TANRI’ya ilişkilendirilmiş eş-çocuk-kardeş gibi bağlarla bağlanmış ve O EN YÜCE TANRININ hizmetkarı, O’nun verdiği yetkileri kullanan, Dini en iyi temsil eden, dünyadaki ve tabiattaki işleri O TANRI adına yönettiğine inanılan kişiler ya da isimler olmuşlardır. Nesiller içerisinde sembolleştirilmişler alt tanrılar edinilmişlerdir.

İnsan aklının algı-modelleme-tasavvur-isimlendirme sisteminde çalıştığını biliyoruz. Yani insan herhangi bir duyusu ile algılayamadığı bir şeyi modelleyemez, modelleyemediği bir şeyi tasavvur edemez ve tasavvur edemediğini de isimlendiremez. Bu gerçek insanların kendi kendilerine bir TANRI tasavvuru oluşturmalarını imkansız kılmaktadır. Buradan da anlıyoruz ki yeryüzündeki dinler tesbihi, akıp gidip ilk Vahye ( Adem ) dayanmaktadır, bütün din türevleri ve sistemleri bu bilgi-modelleme üzerinden türetilmiştir.

Adem’den itibaren yeryüzündeki tüm ana topluluklara ( kavim-ümmet ) Peygamberler gönderildiğini ve bu peygamberlerin HERŞEYİ YARATAN ve YÖNETEN TEK TANRI inancını ve O’nun dini olan İSLÂM’ı insanlara hatırlattıklarını bir önceki yazıda verdiğimiz Kurân ayetlerinden çok net bir şekilde görmüştük.

Demek ki insanlığın bu zaafı sürekli aynı olmuştur. Kendilerine hatırlatılan TEK TANRI inancını devam ettirmişler, fakat siyasi, ticari, şahsi çıkar ve ihtirasları ve ararlarındaki rekabetler yüzünden en büyük meşruiyet aracı olarak kendilerini ya da bir takım siyasi-dini-mezhebi liderlerini EN YÜCE TEK TANRI’ya nisbet etmişlerdir. Sonra gelen kuşaklarca da bu “ULU KİŞİLER, KRALLAR, HANEDANLAR, KAHRAMANLAR, DİN ADAMLARI”nın isimleri TEK TANRI’nın isminin yanına yazılmışlar, çoğunlukla yücelik atfetmek, din hiyerarşisi belirlemek üzere güneş-ay-yıldız-şimşek-fırtına gibi sembollerle anılmışlar ve sonuçta da bunları yapan insan kuşaklarınca RAB/İLAH edinilmişlerdir.

Konuyu, din felsefesi konusunda sarsıcı bir deklarasyon olan ve konunun ilgililerini adeta kendinden geçiren Bakara-213 ayeti net bir biçimde ortaya koymaktadır.

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, ayetler verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.”

Şimdi, çoğu insanın tasavvurunda sadece tahta ve taştan yapılmış putlara tapan, bir hiyerarşi içermeden bir sürü ilahları olan, güneş-ay-yıldız-şimşek gibi ilah sıfatlarının gerçekte bu gök cisimlerinin kendileri olduğu ve bunlara tapıldığı zannedilen eski uygarlıkların dinlerini kısaca görelim.

GREK ( ESKİ YUNAN ) UYGARLIĞI
Grek uygarlığı bugünkü Yunanistan ve Batı Anadolu toprakları üzerinde Milattan önceki beş bin yıldan fazla bir süre hüküm sürmüş bir uygarlıktır. Zirvesine MÖ 756-146 arasında Atina ile ulaşmıştır. Bu günkü Batı medeniyetinin kültür ve inanç kodlarının çoğuna kaynaklık etmektedir.
Greklerin dini inanışında her şeyin evvelinde KAOS denilen boşluk vardır ve tüm kainat ve içindekiler bundan yaratılmıştır. Gerçek ve En Büyük Tanrı URANOS’tur.
Grek dininde bütün alt-tanrılar tüm gök ve yer cisimlerinin, olaylarının, duygularının, sıfatlarının yöneticileridir. URONOS’un verdiği yetki ya da ele geçirme ya da liyakat sonucu bunu elde etmişlerdir.

Zeus, yeryüzünün ve gökyüzünün en büyük Tanrısıdır ve her şeyin yöneticisidir.
Hera, karısıdır ve evliliğin tanrıçasıdır.
Poseidon, denizlerin tanrısıdır.
Hades, yeraltının ve ahretin tanrısıdır, ölüm işleri ile ilgilenir.
Ve diğer birçok alt tanrılar aldıkları yetki ile bu ileri görmektedirler.

HİNT UYGARLIĞI
Hint uygarlığının öne çıkan din(ler)inin genel adı HİNDUİZM’dir. Tarihi 7000 yıl ve daha fazlasına dayanmakta olup günümüzde de devam etmektedir. Vahiy, Kitap (Vedalar, Upanişadlar) ve Peygamberlik ( RİŞİ ) inancı olan özünde tek tanrılı bir dindir. Ana olarak dört mezhebe bölünmüştür.

1- VİŞNAİZM

Bu mezhebe göre tek tanrı VİŞNU’dur. Diğer alt-tanrılar VİŞNU ‘nun yetki verdikleridir. Kutsal Kitapları Bhagavad Gita 7. Bölüm 21-22 de şöyle yazar “ Kulun ibadet ettiği form ne olursa olsun ihtiyaçlarını isteklerini Ben karşılarım”

Tek bir Tanrı vardır ve o VİŞNU’dur, yeryüzünde insana Khrishna bedeniyle görünmüştür. Diğer tüm kutsallar, yarı tanrılar Vişnu’nun tezahürleridir. En önemli amaç Vişnu’ya kulluk etmek, O’nun emirlerini yerine getirmektir.


2- ŞAİVİZM

Bu mezhebe göre En Yüce Tek Tanrı’nın ismi ŞİVA’dır. Bedenlenmeye ihtiyacı yoktur. Bu kainattaki her şey ve yarı tanrılar Şiva’nın bir parçasıdır. Pantesit ( vahdet-i vücud ) bir mezheptir. ( tasavvufa bu işlerin nereden girdiği net olarak belli olmaktadır )

3- ŞAKTİZM

Aynı panteist inanç esasına sahip olan bu mezhepte En Yüce Tek Tanrı’nın ismi ŞAKTİ’dir ve diğer tüm alt-tanrılar Şakti’nin bir parçasıdır.

4- SMARTİZM

Her şey Tek Tanrı’nın bir parçasıdır ve mutlak panteizmdir diyen bu mezhepte En Yüce Tek Tanrı’nın ismi BRAHMA’dır. Mistizm (tasavvuftaki marifet ) esas ibadettir derler.


AKAD-SÜMER-ASUR-BABİL UYGARLIKLARI

Mezopotamya olarak bilinen ve sınırları, bu günkü güneydoğu Anadolu, Basra körfezi ve Şam bölgesi arasında kalan topraklarda MÖ 4500 – MÖ 539 yılları arasında hüküm sürmüş Sâmi uygarlıklardır.

Hepsinde ortak inanç Tüm kainatı yaratan ve yöneten mutlak güç ve kuvvetin sahibi EN YÜCE TEK TANRI inancıdır. Diğer alt tanrılar, bu TEK TANRI’nın yetkisi ile kendilerine yardım ve şefaat eden, yer ve gök olaylarını düzenleyenlerdir.

En Yüce Tek Tanrı’nın ismi; Akad’larda ŞAMEŞ, Sümer’lerde ANU, Asur’larda ASUR ve Babil’lerde MARDUK olarak belirmiştir. Klasik olarak Güneş-Ay-Yıldızlar şeklinde sembolleştirilmiş bir hiyerarşik sıfatlandırma yapmışlardır.

Hz. İbrahim’in bu toplumların içinden çıktığı net olarak bilinmektedir ve bu bilgiler ışığında Kurân’da kendi ağzından anlatılan, bu toplumuna yaptığı Yıldız-Ay-Güneş sahte isimlendirme ve sıfatlandırma tebliğinin manası çok net olarak anlaşılmaktadır.

PERS UYGARLIKLARI

Zerdüştlük ya da Mecusilik diye adlandırılan Pers dini TEK TANRI inancının olduğu bir dindir. En Yüce Tek Tanrı’nın ismi AHURAMAZDA’dır. Başka hiçbir yarı tanrı yoktur. Sadece tüm kötülüklerin tanrısının EHRİMEN olduğuna inanırlar. Dualist (ikili ) bir paganizm oluştuğu halde Ehrimen bir aktif tanrı değil sadece kötülüklerin simgesi olarak kabul edilmiştir.

ROMA-BİZANS UYGARLIĞI

Roma ve hristiyanlaşmadan önceki Bizans İmparatorluklarının pagan dini, Grek inancının bir kopyası gibidir. En Yüce Tek Tanrı’nın ismi JUPİTER’dir onun eşleri, çocukları, kralları ve din adamlarından oluşan alt tanrılar vardır.

URARTU-HİTİT UYGARLIKLARI

MÖ 2000-1200 arasında Hititler, MÖ 1000-600 arasında Urartular Anadolu’da yaşamış uygarlıklardır. Pagan dinleri de tıpkı diğerlerininkiler gibi En Yüce Tek Tanrı ve O’nun yetkisi ile görev alan alt tanrılar sisteminden oluşmuştur. Hitit’lerin tanrısının ismi TARU, Urartu’larınki ise HALDİ’dir.


JAPON UYGARLIĞI

Japonların binlerce yıldan beri devam eden milli dinleri Şintoizm de tek tanrı inancı üzerine kurulmuş bir dindir. Şintoların En Yüce Tek Tanrı ismi AMATERASU’dur ve singesi güneştir. Japon bayrağındaki beyaz zemin üzerindeki büyük kırmızı yuvarlak Amaterasu’yu simgelemektedir. İmparatorlarına Güneş İmparatoru derler. Bunun yanında tüm tabiat olaylarının ( yağmur, rüzgar, ağaç, nehir v.b. ) kutsal ilahi güçler olduklarına ve Amaterasu tarafından yetkilendirildiklerine inanırlar.

ÇİN UYGARLIĞI

Binlerce yıllık Çin uygarlığının En Yüce Tek Tanrısını ismi PANG KÛ olup onun hanedanı olduğuna inandıkları BA, BAİXİAN, BİXİA, CAİSHEN gibi bir çok alt tanrılara inanırlar.

ESKİ TÜRK ve MOĞOL UYGARLIKLARI

Orta Asya eski Türk ve Moğol uygarlıkları Tek Tanrılı ŞAMAN dinine sahiptirler. En Yüce Tek Tanrının ismi GÖK TENGRİ’dir. Bunun yanında toprak ana ÖTÜKEN ve din adamları olan Kamlar (şamanlar) Gök Tengri’nin verdiği güç ve yetkilerle dünya ve din hayatını düzenlerler.

ESKİ MISIR UYGARLIĞI

Binlerce yıllık eski Mısır uygarlığının pagan dinindeki En Yüce Tek Tanrı’nı ismi OSİRİS’tir. Eşi İsis, oğlu Horus, düşman kardeşi Seth ve Apis, Ra, Amon ve diğer alt tanrılar hiyerarşide sıralanmışlardır.

ESKİ İSKANDİNAV UYGARLIKLARI

Binlerce yıllık eski kuzey Avrupa ( İskandinav ) uygarlıklarının pagan dinindeki En Yüce Tek Tanrı’nı ismi ODİN’dir. Eşleri Frigg ve Jord, oğlu Thor ve diğer alt tanrılar hiyerarşide sıralanmışlardır.

KIZILDERİLİ UYGARLIKLARI

Amerika kıtasının yerlileri olan Kızılderililerin de tek tanrılı bir şaman dini olduğu bilinmektedir. En Yüce Tek Tanrı’nın ismi MANİTU’dur. Ataların kutsal ruhları ve kabile büyücüleri-kahinleri ( din adamları ) MANİTU’nun verdiği yetki ile dünya ve din hayatını düzenlerler.

MAYA ve AZTEK UYGARLIKLARI

Orta Amerika’da binlerce yıl hüküm sürmüş Mayalar ve MS 14-16. Yüzyıllar arasındaki uygarlık olan Aztek’lerin de tek tanrılı din inancına sahip olduğu görülmektedir. Mayalardaki En Yüce Tek Tanrı’nın ismi HUNAB KÛ ve Azteklerdeki ise OMETEOTL’dur. Bunların verdiği yetki ve kurulan soy bağı ile diğer alt tanrılar sıralanmaktadır.

* * *

Bütün bu verilerin ışığında yeryüzünün her kıtasında ve bölgesinde binlerce yıldan beri yaşayan insan topluluklarının “her şeyi yaratan ve yöneten tek bir tanrı” bilgisinden ve inancından yoksun olmadıklarını görüyoruz. Aynı Kurân’da anlatılan Peygamberlerin ( selam hepsine ) kıssalarındaki gibi tüm toplumlar O TEK TANRI’yı biliyor ve kabul ediyorlar.
Bu uygarlıkların dinleri detaylı olarak incelendiğinde hepsinde, yaratılış, ahret-ruhlar alemi, ödül-ceza, nüsuklar ( bedensel ve toplumsal ibadet ritüelleri ), ibadethaneler, görünmeyen varlıklar ( melek,cin,şeytanlar, ruhlar ), ahlak kuralları ve haramlar oldukları da açıkça görünmektedir.

Dinleri bunun üzerine kurulmuş. Dinlerinin İslâm’dan tek farklılaşmış ve gelen peygamberlerin de sürekli düzeltmeyi emrettiği kısmı O YÜCE TEK TANRI’yı sembolleştirerek O’nun verdiği yetki ve izinler ile ya da kurdurulan soy bağları ile altında bir yarı tanrılar hiyerarşisi oluşturmuş olmaları. Bunu yapma sebeplerinin de dinlerinde en üzt makama ulaşma ve TEK TANRI’nın emrini teyid etme isteği olduğu çok açık.

Toplumların peygamberlerden sonra yaşadığı siyasi çekişmeler, rant, üstünlük ve çıkar kavgaları, kendilerini O TEK TANRI üzerinden meşrulaştırmak isteyen hanedanların, fırkaların, kişlerin O’nun ismini kullanarak ve yanlarına aldıkları din adamlarının da desteklemesi ile kendilerine biçtikleri üstünlük ve seçilmişlik sıfatları. Kısacası “Tanrı’nın Yeryüzündeki Temsilcileriyiz ve bu nedenle biz ne dersek itaat edeceksiniz” fenomeni. Bu konuya ileride daha detaylı döneceğiz.

Evet, görüldüğü gibi eski çağ uygarlıkları anlamsız bir şekilde taşlara, tahtalara tapmıyor, gök cisimlerini tabiat olaylarını gerçek tanrılar olarak kabul etmiyorlar. Hepsi, O YÜCE TEK TANRI’nın bir yetkilendirmesi ve O’nun katında yücelmek için kabul edilen önemli şahsiyetler, isimlendirmeler ve sembolleştirmeler.

Bu bölümün sonunda, tahtadan taştan putlara ibadet ettikleri ve sadece onları tanrıları kabul ettikleri zannına bir reddiye olan ve aslında tüm yukarıda saydığımız İslâm dinlerini paganlaştırmış toplumların bu aynı hatasının altındaki niyetlerinin, söylemlerinin aynı olduğunu açığa vuran ayetleri görelim.

Eğer onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneş’i ve Ay’ı kim hizmetinize âmade kıldı?" diye sorarsanız, elbette "Allah!" diyeceklerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bu gerçekten uzaklaştırılıyorlar? ANKEBUT-61


Onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, yemin olsun "Allah!" diyecekler. De onlara: "Peki Allah ile beraber çağırdıklarınız hakkında ne diyorsunuz? Allah bana bir zarar vermek istese, O'nun vereceği zararı uzaklaştırabilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilese, O'nun rahmetini tutabilirler mi?" De ki: "Bana Allah yeter! Sığınılacak veli arayanlar sadece O'na dayanıp güvensinler." ZÜMER-38


Yemin olsun, eğer onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesinlikle şöyle diyeceklerdir: "Onları, Azîz ve Alîm olan Allah yarattı!" ZUHRUF-9


Andolsun, onlara: "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette: "Allah" diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar? ZUHRUF-87

* * *

Allah'ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: "Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır." De onlara: "Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?" Şanı yücedir O'nun, ve onların ortak koştuklarından uzaktır. YUNUS-18

Bilakis onlar kalkmış, Allah ile beraber birtakım sözüm ona şefaatçiler bulmuşlar! De ki: "Onların hiçbir yetkileri olmasa, akıl ve şuurdan mahrum olsalar da mı onlara ibadet edeceksiniz?" ZÜMER-43

Onlar yalnızca sonucun ortaya konmasını mı bekliyorlar? Sonucun geldiği gün, önceleri onu unutmuş olanlar: -Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi, bize şefaat edecek bir şefaatçi var mı? Veya yaptıklarımızdan başka şeyler yapmamız için bir dönüşümüz var mı? derler. Onlar, kendilerini mahvetmişler ve uydurdukları sahte tanrıları da kaybolup, onlardan ayrılmıştır. ARAF-53


O gün her toplumdan birer şahit çıkarırız. Resulleri yalancı sayanlara da: "Haydi bakalım, varsa delilinizi ortaya koyun!" deriz. O zaman onlar, hak ve hakikatin yalnız Allah’a ait olduğunu kesinlikle anlar ve uydurdukları sahte tanrılar ise ortada görünmemektedir. KASAS-75


Sizin Allah’tan başka ibadet ettiğiniz tanrılar, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım boş isimlerden ibarettir. Allah onların tanrı olduklarına dair hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm yetkisi yalnız Allah’ındır. O ise, başkasına değil, yalnız Kendisine ibadet etmemizi emir buyurmuştur. İşte dosdoğru din budur! Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." YUSUF-40

İSLÂM ve DİĞERLERİ - III.BÖLÜM

Yazı dizimizin DİNLER TARİHİ bölümünün 3. kısmı ile devam ediyoruz. Bu bölümde Din, Vahiy ve Peygamberlik hakkında bazı iddia ve tezleri analiz edeceğiz.

3- “Din, insanların korkuları zayıflıkları için uydurdukları içgüdüsel bir fenomendir. Peygamberler toplumlarının en bilgili, filozof ve devrimci insanlarıdır.”

Bu materyalist kökenli iddia oldukça temelsiz ve şaşılacak şekilde ironiktir. Bilimselci beyinlerin bu kadar bilimsel disiplin ve bilimsel verilere rağmen bunu söylemeleri tam bir çelişkidir. İnsan bireysel ve toplumsal olarak sadece korktuğu tabiat olayları ya da psikolojik hadiselerden dolayı “din” denen kavramı uydurmuş olsaydı, günümüzden yaklaşık 2000-3000 yıl önce bu uydurmayı unuturdu. Hele ki son 300 yıldır böyle bir kavram ancak eski çadır tiyatrolarında gülmek için kullanılan bir skeç olarak kalırdı.

Gerek Vahiy kitapları gerekse onların dışında yazılı olarak elimize ulaşan tüm veriler de göstermektedir ki, Peygamberler ( selam hepsine ), Vahiy alana kadar toplumlarında sıradan insanlardı. Özellikle TEK TANRI inancının yanına eklenmiş sahte tanrı/rab isimlendirmeleri ile ve özünden uzaklaştırılıp tahrif edilerek toplumda adaleti ve iyiliği tesis etme özelliğini kaybetmiş ve bir külte dönüşmüş din işleri ile uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerdi.

Ortak özellikleri dürüst, açık sözlü, yardımsever, ahlaklı, temiz kalpli, merhametli ve vicdan sahibi kişiler olmalarıydı. Toplumların dalıp gittiği ve bağlıları olduklarını iddia ettikleri TEK TANRI’nın dinine muhalif yaşam tarzlarına karşı, fıtratlarında ve vicdanlarındaki ayetleri örtmeyen ve bu hallere karşı mesafeli duran şahıslardı.

Vahyi tebliğ için toplumların karşılarına çıktıklarında ilk aldıkları eleştiri ve yalan söylediklerine dair getirilen deliller de bunu açıkça göstermektedir. Toplumlarının siyasi ve dini liderleri onları “sıradan insanlar” olmakla, “din adamı” olmamakla, toplumda belirli bir mevki ve makam sahibi olmamakla suçlamışlardır. Allah’ın bir vahiy indirseydi bu ünlü olmayan ve toplum içinde sıradan kişilere değil, meşhur, filozof, lider, din âlimi kimlikli kişilere indireceğini iddia etmişlerdir.

Hz. Musa, Mısır’da doğmuş, Firavunun sarayında büyümüş ve gençken işlediği bir suç yüzünden Mısır’dan çöle kaçmış, orada çobanlık yaparken kendisine Vahiy gelmiş bir peygamberdir. Kendisinin akıcı ve etkileyici bir konuşma yeteneğine sahip olmadığı, sıradan bir insan olduğu kendi ağzından anlatılır.

Nitekim, en son vahyin indiği Mekke toplumda, Hz. Muhammed bir din adamı, siyasetçi, felsefeci, şair, kahin olmayıp kendi halinde bir tüccar olduğu halde çok ünlü ve meşhur şahıslar yaşamaktaydı. Siyasi liderlerden Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Şairlerden yani o toplumun filozoflarından ve o zamanda tüm Fars, Bizans ve Hicaz toplumlarının ortak olarak verdiği “ Şairlerin Babası” ünvanı ile Velid bin Mugire, Din Ulemasından ve Kahinlerden ( Kahinler o toplumda özel vahiy kanalları olduğuna inanılan kişilerdi ) Mekkenin en büyük alimi ve dini lideri Ebu Amir, Taif’in alimi ve dini lideri Ebu Mesud, Ümeyye bin Ebi’s Salt ve bir çok şahıs o çağda ve bölgede toplumlarının en bilgili, en filozof ve en etkili meşhur şahsiyetleriydi.

Kurân’da bu durumu teyid eden ayetler çok açıkça verilmiştir.

“Ancak kendilerine hak gelince, dediler ki: "Bu bir büyüdür, doğrusu biz ona (karşı) kafir olanlarız."
Ve dediler ki: «Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?»” ZUHRUF - 30-31

“Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip iletiyorsun.” ŞÛRA - 52

“Sen, o Kitabın, senin kalbine bırakılacağını ummazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak (Kitap senin kalbine bırakıldı). O halde kâfirlere arka olma.” KASAS-86


“Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.” ANKEBÛT - 48



4- “Semavi dinler ve peygamberleri eski çağdan gelen inançlardan yeni dinler oluşturmuş ve bunların kitaplarını yazmışlardır.”

Bu konu ve tez iki yanlış bilgi üzerine bina edilmektedir. İlki; “semavi dinler ve diğerleri” şeklinde yapılan yanlış ayırım ve isimlendirmedir. Yazı dizimizin GİRİŞ isimli ilk yazısında da detaylı bir şekilde ayetlerini de verdiğimiz şekilde Allah’ın, Adem’den beri yeryüzündeki insanlara gönderdiği tek bir dini vardır ve bunun adı da İSLÂM’dır.

Dolayısı ile “semavi dinler” derken kasıt Allah’ın Rasullerine indirdiği vahiy ise buradaki çoğul “dinler” kelimesi çok yanlış bir kullanımdır. “İlk indirilen orijinal din olan İslam’ı bozup tahrif ettikleri için o şekilde kullanıyoruz” derlerse o zaman onlar artık ilahi dinler değil dönüşmüş başka dinlerdir ve sadece Yahudilik, Hristiyanlık değil, İslam’dan dönüştürüldüğü açıkça belli olan tüm eski dinlerin de o tanımın içine girmesi gerekir.

Yazı dizimizin bir önceki yazısında geniş bir şekilde incelediğimiz üzere yeryüzünde yaşayan tüm uygarlıkların, Peygamberler vasıtası ile İslam dini tebliği aldıkları fakat sonradan, EN YÜCE TEK TANRI ismini en üstte korumalarına rağmen, O’nun isminin altına bir takım isimler ekleyerek İslam dinini tahrif ettiklerini delilleri ile görmüştük.

Dolayısı ile Peygamberlerin eski inanç sistemlerine bakarak kendi kendilerine kavimlerine yeni bir din oluşturdukları iddiası temelsizdir. Tüm peygamberler, Adem’den beri insanlara ulaşmış İslam dininin bozulup tahrif edilmiş kısımlarını orijinal haline dönüştürecek şekilde vahiy almış ve toplumlarına sadece bu vahyi tebliğ etmişlerdir.

Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’e bakarak Kuran’ı yazdığı iddiası ise yine en az dört yönden trajikomik bir iddiadır.

Birincisi, Kuran’da, Tevrat ve İncil metinlerinde tahrif edilmeden kalmış kısımlar doğrulanırken, çok önemli bir bölümünde ve hatta İman esasları ve bazı gaybi konularda ciddi reddiyeler ve düzeltmeler bulunmaktadır. Yahudiyiz ve Hristiyanız diyenlerin Hz. Muhammed’e cephe almalarındaki en büyük sebep budur. Çünkü okuduğu vahiy ( el-Kuran ) onların kendi ürettikleri dinlerinin temellerini yerle bir etmiştir.

Tevrat ve İncil’de açıkça bahsedilmeyen ve o dönemki Yahudilerin ve Hristiyanların çok merak ettikleri konularda, hem Hz.Muhammed’i test etmek hem de üzerinde yüzyıllardır tartıştıkları halde mantıklı bir uzlaşma sağlayamadıkları konularda çok net ve sarsıcı açıklamaların yapılması, o dönemki Kitap Ehlinden bir kısmının iman etmesine, iman etmemekte inat edenlerin bile büyük çoğunluğunun Hz. Muhammed’in vahiy aldığını itiraf etmesine yol açmıştır.
Kendinden önceki kitaplara bakarak yeni bir kitap yazan kimse, o döneme kadar hiçbir insanın tahayyül bile edemeyeceği konulardan bu kadar üst perdeden konuşamaz ve Kitap Ehline karşı bu kadar net reddiyeler sunamaz. Bunu yapmaya kalkan herhangi bir insan, kaynağına karşı mutlaka çelişkiye düşecek ve uzlaşma yolu arayacaktır. Aksi durum kendini rezil etmesi ile sonuçlanır. Ama sonuç ortadadır.

İkincisi, yeni bir din oluşturmak, lider olmak ve toplumu dönüştürmek isteği ile bir din kitabı yazan kimse asla kendisini eleştiren, tehdit eden cümleleri o kitaba yazmaz. Ancak biliyor ve görüyoruz ki Kuran’da birçok ayette Hz. Peygamberin bazı uygulamaları ve bazı şahsi davranışları hakkında ciddi uyarılar ve düzeltmeler yapılmaktadır. Bunun hikmeti bu vahyi takip ederken aynı zanlar ile aynı hataları yapması muhtemel insan topluluklarının kıyamete kadar uyarılması olsa gerektir. Ayrıca Kuran’da birçok peygamberin anne, baba, kardeş, eş ve çocukları ile ilgili geniş anlatımlar varken, Kitabı kendi yazdığı iddia edilen kişinin anne babası ile ilgili en ufak bir imada bile bulunmaması, onlardan bahsetmemesi, onları ve kendini yüceltmemesi olacak iş değildir. Hz. Muhammed eğer bu kitabı kendi yazsaydı, tıpkı “kendi davasına” destek arayan her lider gibi elbette kendini ve ailesini yüceltecek, onlara bir uluhhiyet atfedecek bölümler yazardı.

Üçüncüsü, bir toplumsal devrim peşinde olsa ve bu amaçla kitap yazsa, siyasi rakiplerinin oldukça cazip uzlaşma tekliflerini hemen kabul eder ve siyasi güç ve destek kazanırdı. Oysa tam tersini yapmış ve hiçbir şekilde uzlaşmaya gitmeden, hiçbir dünyevi makam ve vaat vermeden ve hiçbir siyasi mevzi talep etmeden tam 13 yıl boyunca oldukça ciddi sıkıntılara göğüs germiştir. “Seni kralımız yapalım, mal ve kadınlara boğalım, ordular emrine verelim yeter ki sadece bizim dinimize ve atalarımıza laf etme” teklifleri karşısında verdiği muhteşem cevap bunu yeterince net bir şekilde açıklamaktadır, “ Bir elime güneşi diğer elime ayı verseniz Allah emretmedikçe ben bu söylemimden vazgeçemem”. Niyeti sadece toplumsal devrim ve liderlik olan bir kişi en zor zamanlarında kendisine yapılan bu teklifi asla reddedemez, tam tersi, iktidara gelerek dönüşümü eline geçirdiği siyasi güçle tepeden tesis etme yoluna gider.

Dördüncüsü, Hz. Muhammed eğer Kuran’ı Tevrat ve İncillere bakarak yazdı ise Tevrat ve İncilleri kim yazmıştır. Onlardan önceki kitaba mı bakmışlardır? Baktılarsa o kitabı kim yazmıştır. Bu, bir adamın “Beni babam yarattı” demesine benzer, ona “Babanı kim yarattı” derler. Allah işte bu durumu Kuran’da “tesbih” olarak isimlendirmiştir. Her işin ve varlığın ilki ve sonu tesbih edip gitmekte ve Allah’da başlamakta ya da son bulmaktadır. Esma-ül Hüsna’dan olan, El-Evvelu, El-Ahiru işte tam da bu demek olsa gerektir.

Kuran’ın içeriğine hiç değinmiyorum, zaten aklı, yüreği ve vicdanı ile o kitabı okuyan, tarih ile, yaşanan hayat ile yorumlayan, aklı, fıtratı ve vicdanı ile düşünen bir insan, sadece alemlerin Rabbi olan Allah’a secde edebilir, acziyetinden iki büklüm kalakalır.

Kuran’ı “Muhammed kendisi yazdı” diyenler, Tanrı kavramını yok edeceğiz derken aslında insanüstü bir tanrı oluşturduklarının ve adına da Allah yerine Muhammed dediklerinin farkında olamayacakları kadar çelişki içindedirler. Bu durum ise tabiî ki onları acınacak bir komikliğe düşürmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Konumuz ile ilgili tabiî ki Kuran’ın da söyledikleri var:

“Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Bunun benzeri olan bir sûre getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın." YUNUS-38

“Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.” ANKEBUT-48
De ki: "Peygamber olarak gelen ilk insan ben değilim ki! benim ve sizin başınıza neler geleceğini bilemem. Ben sadece bana ne vahyediliyorsa ona uyarım. Çünkü ben açıkça uyaran bir elçiden başka bir şey değilim." AHKAF-9



Bir sonraki yazımızda, Hz. Muhammed’in gönderildiği Mekke toplumunun dini hayatı ile ilgili geniş bir analiz yapacağız, ve tasavvurlardaki Mekke toplumu ile gerçek arasındaki şaşılacak durumu gözler önüne sereceğiz inşaAllah.

10 Nisan 2009 Cuma

İSLÂM ve DİĞERLERİ - IV. BÖLÜM - Mekkelilerin Dini

Yazı dizimize, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'den Hz. Muhammed'e ( salat ve selam hepsine ) kadar geçen süredeki Hicaz ve Mekke Araplarının dinlerini inceleyerek devam ediyoruz.

6- “Mekkeli müşrikler Allah’ı bilmiyorlardı, Vahiy ve Peygamberlik kavramlarını da bilmiyorlardı. Onlara, Allah inancını ve din kavramlarını Hz. Muhammed öğretti.” “Hac, Namaz, Oruç, Sadaka, Kurban, Abdest, Gusül v.b. ilk defa Hz. Muhammed tarafından getirilmiştir.”

İnsanların kafasındaki vahim derecede yanlış tasavvurlardan birisi de, Hz. Muhammed’in içlerinden peygamber olarak gönderildiği 7. YY Mekke toplumunun dinidir. Klasik tarihi bilgi ve ayrıntıların, Hz. Peygamber’den ( selam ona ) sonraki siyasi kavgaların ve meşruiyet arayışlarının sonucunda dönüştürülmesi, örtbas edilmesi sonucu bu “UZAYLI MEKKE TOPLUMU” algısı oluşturulmuş ve devam ettirilip bu güne gelmiştir.

Kafalardaki bu çok yanlış tasavvura göre Mekkeliler, Allah’ı bilmeyen, Peygamberlik, Vahiy, Kitap kavramlarını tanımayan, abdest,gusül, namaz, hac, oruç, sadaka, kurban gibi nüsuklardan habersiz, sadece elleri ile yaptıkları taştan tahtadan heykellere tanrılar diye ibadet eden insanlardır. Sadece, Hubel, Lat, Uzza, Menat v.b. isimleri verdikleri tanrılarının, kendilerini ve tüm kâinatı yaratıp yöneten ilahlar olduklarına iman etmektedirler. Çevrelerinde yaşayan Yahudi ve Hristiyanları kendilerinin dini ile hiç alakası olmayan dinlere mensup kişiler olarak görmektedirler. Bu tasavvur çok yanlış bir tasavvurdur.

Bu tasavvur, ne tarihi belge ve kayıtlarla ne de Kuran’da anlatılan Mekke toplumu ile uyuşmamaktadır ve çok büyük yanlışlıklar içermektedir. Bu yanlış tasavvur maalesef kuşaklar boyu ve günümüzde İslam dinine göre yaşadığını iddia eden büyük kalabalıkların din algısını da olumsuz yönden etkilemiştir. Şimdi o dönemki Mekke Toplumunun nasıl bir inanca sahip olduklarını, dinlerini nasıl tanımladıklarını ve yaşadıklarını, Kuran ve tarihsel veriler ışığında anlamaya geçebiliriz.

Hz. İbrahim… Bu isim, Mezopotamya, Filistin ve Hicaz ( bu günkü Arabistan yarımadası ) bölgesinde önceki peygamberlerin tebliğ ettiği İslam dininin tahrif edilerek dönüştürülmesinin ardından yeniden İslam’ı tebliğ ve tesis etmek için Allah’ın o kavimlerin içinden seçtiği ve son 4000 yıldır dünyanın bu bölgesinde İslam dinini tebliğ eden peygamberlerin de atası kıldığı bir peygamberdir.

İçlerinden çıktığı Samî uygarlık olan Akad’lara tebliğinden sonra Allah’ın emri ile bu günkü Filistin bölgesine göç edip yerleşmiştir. İkinci oğlu olan İshak Peygamber ve O’nun oğlu olan Yakub ( İsrail ) Peygamberin neslinden sürekli gelen Peygamberler ile bu bölge halklarına ve çevrelerindekilere İslam’ı tebliğ etmişlerdir.

Hz. İbrahim, ilk oğlu olan İsmail’i, Mekke’ye yerleştirmiş ve Allah’ın emri ile Kabe’yi orijinal temellerinin üzerine tekrar aynı yerde bina etmişlerdir. Tek Tanrı Allah inancını, ahireti, Hac, Namaz, Sadaka, Kurban, Oruç v.b. nüsukları, helal ve haramları, iyilikleri ve kötülükleri Allah’tan aldıkları gibi insanlığa tebliğ etmiş ve yeniden hatırlatmışlardır.

Hz. İsmail de Mekke’de yerleşen kavimlere Peygamber olarak gönderilmiş ve İslam’ı tebliğ etmiştir. Konu, Kuran’da çok detaylı şekilde anlatılmıştır ve zaten Kabe’de yaklaşık 4000 yıldan beri gözler önünde durmaktadır. Ayrıca o döneme ait Hindu, Fars, Babil, Bizans, Mısır eserlerinde, Yemen Kitabelerinde, ve sözlü Arap geleneğinde de bu konu ile ilgili anlatımlar net bir şekilde bulunmaktadır.

Hz. İsmail ile Hz. Muhammed arasında geçen süre gerek Tevrat metinleri ve Kuran ayetleri gerekse tarihi belgeler ışığında yaklaşık olarak 2.500 yıl olarak hesaplanmaktadır. Mekke bölgesine Hz. İsmail ile Hz. Muhammed arasında başka bir peygamber gönderilip gönderilmediğini net olarak bilmiyoruz. Ancak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den beri Allah inancının, Vahiy ve Peygamberlik müessesinin, cennet-cehennemin, melek-cin-şeytan kavramlarının, Kabe ve Haccın, Haram ayların, namazın, sadakanın, kurbanın, orucun, guslün hem Mekke hem de çevresindeki topluluklarda çok net şekilde bilindiği ve uygulandığı apaçık bilinmekte ve Kuran’da da anlatılmaktadır.

Yasin suresinde de açıkça belirtildiği gibi Hz. Muhammed’in kavmi o dönemde kökten cahil değil, GAFİL olarak isimlendirilmektedir. Gafil aynı zamanda Türkçeleşmiş bir kelimedir. Anlamı, gördüğü, bildiği halde farkına varmayan, ayırt edemeyen, doğruya yönelemeyen, harekete geçmeyen demektir. Cahil hiç bilmez, gafil ise bilgisi olduğu halde araştırmaz, analiz etmez, harekete geçmez, yanlışları ayıklayacak aktiviteyi sergilemez.

“ Babaları uyarılmamış bu nedenle de kendileri GAFİL olan bir kavmi uyarmak için gönderildin” Yasin-6

Evet, bu ayetten de çok açık bir şekilde görülmekte ki, Mekkeliler Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından tesis edilmiş İslam dinini kuşaklar içerisinde tahrif etmişler ve aslına benzeyen dönüştürülmüş bir din yaşamaktadırlar.

Dinlerinin temeli İslam olmasına rağmen, birçok katıp karıştırma ile İslam’a çok benzeyen ancak asla saf kendisi olmayan bir din üzeredirler. İslam’ın temel kavram ve ritüellerini uygulamaya devam etmelerine rağmen tıpkı geçen bölümde verdiğimiz tüm insan topluluklarının düştükleri hataya düşmüşler ve Allah ile beraber bir takım kişilere de kutsiyet atfetmişler ve sonraki kuşaklarda bu kişileri Allah katında din bakımından kendilerini yüceltici, Allah’a yaklaştırıcı yarı-tanrılar ( şefaatçiler, evliyalar ) edinmişlerdir. Allah’ın helal ve haram kılmadığı birçok şeyi bu kişilerin görüşlerine atfederek helalleştirmişler ya da haramlaştırmışlardır.

Şimdi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den Hz. Muhammed’e kadar geçen yaklaşık 2500 yıl boyunca Mekkelilerin yaşadığı dinlerinin detaylı analizine geçebiliriz. Konu hakkındaki kaynaklarımız, arkeolojinin sunduğu Kuzey ve Güney Hicaz Kitabeleri, Asur, İbrani, Yunan, Fars ve Hindu kayıtları, şiirler ve atasözleri ile, İslam Tarihi kaynakları ve Kuran olacaktır.

MEKKE ve HİCAZ BÖLGESİ DİNİ ( M.Ö 2000 – MS. 610 )

İMAN ESASLARI

ALLAH İNANCI :

Hicaz bölgesi Arapları ve Mekkeli Kureyş’lilerin çok büyük çoğunluğu, Gökleri ve Yeri ve arasındakileri ve tüm insanları yaratan ve yöneten TEK TANRI ( Arapçası İLAH )’nın ALLAH olduğuna iman ederdi. Kendilerine RIZIK ve EVLATLAR verenin, ölümü yaratanın, kendilerini Cennete sokacak olanın ALLAH olduğuna iman ederlerdi.

Kâbe’yi “BEYTULLAH”, yani “ALLAH’IN EVİ” diye isimlendirmişlerdi.

Tüm yeminlerini ( sözleşmeler de dahil ) “VALLAHİ”, yani “ALLAH’A YEMİN OLSUN” diyerek yaparlardı ve bu katî bir bağlayıcılık içerirdi.

ABDULLAH, yani “ALLAH’IN KULU” çocuklarına en çok koydukları isimlerdendi ki Hz. Peygamberin babasının adı da buydu.

Dedesi Abdulmuttalib (anlamı, İsteklerin-duaların Sahibinin Kulu ), Hz. Peygamber doğduğu gün onu kucağına alıp Kâbe’nin yanında aşağıdaki meşhur şiiri söylemiştir.

“Bana böyle güzel bir erkek evlat veren
Allah'a Hamd ederim,
Beşikte, büyük çocuklara efendilik yapan bu çocuğu,
En güzel erkâna sahip olan bu evde (Kabe'de) korurum.
Tâ ki onu gençlerin lideri ve yükseklere ulaşanı olarak göreyim!
Onu her türlü kötülükten, gözleri keskin kıskançlardan korurum.”

Hz. Peygamberin an azılı muhalifi Ebu Cehil’in, Bedir savaşına çıkarken, daha sonra içlerinden çoğunun Allah’a teslim olup iman ettikleri ve onlardan rivayet edilen 1000 kişilik ordusunun önünde, zafer için kurban ettiği 10 deveden sonra ellerini göğe kaldırıp yaptığı dua şöyledir:

“ Ey Kâbe’nin Rabbi olan Allah’ım, biz Senin yolundayız, Muhammed ve beraberindekiler de Senin yolunda olduklarını söylüyor. Dini bozup, akrabalık bağlarını kim kopartmış ise, ve dinin hakkında kim yalanlar uyduruyorsa, Sen yarınki şavaşta o tarafı helâk et”

Mekkeli Arapların Allah inancına yönelik Kurân ayetlerinden bazıları da aşağıdaki gibidir:

“Eğer onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneş’i ve Ay’ı kim hizmetinize âmade kıldı?" diye sorarsanız, elbette "Allah!" diyeceklerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bu gerçekten uzaklaştırılıyorlar?” ANKEBUT-61

“Yemin olsun, eğer onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesinlikle şöyle diyeceklerdir: "Onları, Azîz ve Alîm olan Allah yarattı!" ZUHRUF-9

“Andolsun, onlara: "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette: "Allah" diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” ZUHRUF-87

“Andolsun onlara: "Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?" diye soracak olursan, tereddütsüz: "Allah" diyorlar. De ki: "Hamd Allah'ındır." Hayır, onların çoğu akletmiyorlar.” Ankebut-63

“De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?” YUNUS-31


Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in risaleti öncesi Araplarında Allah inancı ismi ile ve sıfatları ile tam olarak vardır. Peki onların içinde bulunduğu durum yani “şirk” nasıl gerçekleşmişti. İman konusunda Allah’a nasıl şirk koşuyorlardı. Allah inançlarının yanında, yarı-tanrılar, rabler edindikleri taş ve tahtadan heykellerle sembolleştirdikleri, Hubel, Lat, Menat, Uzza gibi birçok isimler verdikleri kimlerdi.

Hicaz Arapları da tıpkı kendilerinden önceki ( ve sonraki ) insanların büyük çoğunluğunun düştüğü aynı hatayı tekrarlamışlardır. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den sonra, EN YÜCE TEK TANRI ( Allah ) inançlarını korumuşlar fakat geçen süre içerisinde, din adamlarını, melekler gibi dini kavramları, kabile reislerini, önemli şahsiyetleri, kahramanlarını dini ve milli gayretlerle önce aşırı yüceltmişlerdir. Geçen kuşaklar içinde de bu aşırı tazim ve yüceltme sonucu onların Allah katında kendileri için faydalar sağlayan kişiler ve semboller olduğuna ve onların da içinde olduğu bu din ile kurtuluşa ereceklerine inanmışlardır.

Allah ile beraber onlar anılmadığında ya da Allah’ın dini konusunda onların görüşlerine ve hükümlerine uyulmadığı takdirde EKSİK İMAN ve EKSİK DİN üzere olunacağına kati bir şekilde iman etmişlerdir.

Bize kadar ulaşan arkeolojik kalıntılar, kitabeler, sözlü efsaneler, İslam tarihi kayıtları da göstermektedirki Lat, Menat, Uzza gibi isimler, Arapların geçmiş kuşaklarında yaşamış ulu evliyalar diye adlandırdıkları sâlih ve dindar kişiler olup, zaman içinde “onlar aslında meleklerdi” ve “melekler dişidir” inançları ile isimlerini de dişileştirilerek ALLAH katında şefaatçiler, yükselticiler, aracılar olduklarına iman edilmişler ve bu vasfa ulaştırılmışlardır.

Bu konu, Kuran’da NECM Suresinin 19 – 32. Ayetleri arasında çok net bir şekilde anlatılmaktadır.

Ayrıca Hicaz, Yemen ve Mezopotamya bölgesindeki hemen her kabilenin zamanında kendi içlerinden çıkmış sâlih ve dindar kişilerden, kahramanlarından aynı şekilde kutsiyet atfettikleri ve isimlendirdikleri şahıslarda bulunmaktaydı. Bu kabileler her yıl Allah için yaptıkları en büyük ibadet olduğuna inandıkları Hac zamanında ziyaret ettikleri Kâbe’de, bu “ulu kişlerin, evliyalarının, şefaatçilerinin” de yanlarında olması gerektiği inancı ile onları sembolize eden resimleri ve heykelleri yanlarında getirilerdi.

Ticaret ile geçinen ve ticaret dehası olan Mekkeliler, yüzyıllar içerisinde bu Hac ibadetini de dev bir fuar ve pazara dönüştürmüşlerdir. Her yıl çevreden gelen on binlerce hacı için onların bu yarı-tanrılarının heykellerini Kâbe’ye yerleştirerek, mutlak manada bağlılığın artarak devam etmesini ve tabii ki siyasi ve ticari etkilerinin de katlanmasını sağlamışlardır.

Müşrik Arapların hiç birisi Allah’ı inkar etmemiş, O’nun her şeyi yaratan ve yöneten tek İlah olduğunu kabul etmiş, O’nun, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail ile gönderdiği dininin mensupları olduklarını hep savunmuşlardır. Yarı-tanrılaştırdıkları o isimlerin asla İlah olmadığını, onların Allah’ın verdiği yetki ile kendilerini Allah katında yüceltecek ve onların Allah’a ulaşmasına aracı olacak “ulu kişiler, melekler, evliyalar” olduklarını söylemişlerdir. ( Tıpkı kendilerinden önceki ve sonraki birçok insan gibi, Yahudiyiz, Hristiyanız, Müslümanız diyen birçoklarının birebir aynen yaptığı gibi )

Tabii ki, Hicaz Araplarının büyük çoğunluğu bu şekilde bir Allah ve ahiret imanına sahip oldukları halde, her insan toplumunda olacağı gibi çok az oranda farklı inançlara da sahip kişiler ve küçük gruplar da vardı.

Dehrîler denen zamanın ateistleri, Hristiyan ve Yahudi olanlar, desitler ( Allah’a inanan fakat vahiy, peygamberlik ve nüsuklara inanmayan ), Allah’a inanıp ahirete inanmayanlar ve tenasüh inancına sahip olanlar (re-enkarnasyoncular ) da o toplumlarda yaşamaktaydılar ve Kuran’da bunlara hitap eden ayetler de bulunmaktadır.

Bir de, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail ile tesis edilen İslam dinine, âlemlerin tek İlahı ve tek Rabbi olan Allah inancına ve ahirete iman eden, sahte yarı-tanrı isimlendirmelerini ve Mekkelilerin katıp bozdukları din anlayışını kökten reddeden ve Allah ile başka hiçbir ismi anmayan Hanif müminlerde çok az sayıda olsa da o toplumda yaşamaktaydılar.

Sonuç olarak tüm veriler göstermekte ve Kuran’da tasdik etmektedir ki, Hz. Peygamber öncesi Hicaz Araplarının dinlerinin iman esası, gerek kendilerinden öncekilerin gerekse kendilerinden sonra gelen insan kuşaklarının çoğunun yaşadığı dinden hiçbir farkı yoktur. İsimlendirme ve mekân farklılıklarından başka dinlerinin TANRI ( İLAH ) inancı tamamen aynıdır. Yarı-tanrılaştırdıkları ünvanlar ve onlara yükledikleri anlam ve misyon da tamamen aynıdır.

Bir sonraki yazımızda, o dönemdeki Müşrik Arapların, Peygamberlere, Kitaplara, Ahirete, Meleklere iman esaslarını ve ibadet ritüellerini ( nüsuklarını ) incelemeye devam edeceğiz inşaAllah.